Bir ikindi vakti dere çağıl çağıl akıyordu. Kentinden gürültüsünden, sahilin sıcağından kaçanlar, çınar altında kendini doğaya bırakıyordu. Gıldır kavak efil efil eserken, söğüt dalları ona eşlik ediyordu. El ayağı kadar büyük çınar yaprakları güneş ışınları kesiyor, aşağılara göndermiyordu.
Araçtan inenler, önce yedi oluktan buz gibi akan sudan yüzünü yıkıyor. Avuçları ile soğuk sulardan içiyordu.
“Gölgel’olur Gökbelen’in çınarı
Elin d’olur yiğitlerin hüneri vay
Sana derim sana gayfeli pınarı
Benim Aslı’m pınarından içti mi vay”
Bir zamanlar aynı okullarda okuyan iki arkadaş burada bir araya geldi. Birisi Gazi Müzik Bölümünde öğretim görevlisi kalmıştı. Diğeri sevdiği kentte müzik öğretmeni olmuştu. Ona öğrettikleri müzik eğitimin yanında halk bilimi araştırmak, Taşeli yöresinde var olan ezgileri, halk oyunlarını derlemek, onları tüm dünyaya tanıtmak.
Özcan Seyhan dostu Muzaffer Sayar’ı yörede halk kültürü derlemesinde tanıdığı Kırtıl köyünden berber Hızır Üçyıldız ile tanıştırmak istemişti. Köye gittiğinde hep onun konuğu oluyordu. Dayısı Sadık Taşucu’nun kaim dostu Felteş Duman’ı, eşi Cennet Ebeyi onun ile birlikte ziyaret ediyor, onlardan ezgiler derliyor. Onun sazında sözünde, insan olan sevgiyi, barışı yakalıyordu.
Artık Felteş Dede, Silifke’ye geldiğinde, Sadık Taşucu ile birlikte onun yanında günlerce konuk oluyor, gece yarılarına kadar hoş sohbet ediyorlardı.
Felteş Dede’yi 1946 yıllarında ilk keşfeden Muzaffer Sarısözen’dir. O yıllarda Gökbelen’de sadık Taşucu’nun yayla evinde 14 ezgi derlemişti.
Muzaffer Sayar için Gökbelen çok anlamlıdır. O gün Berber Hızır’ın dere kenarında tahta köşkte konuğu oldular. Koyu gölgeli çınar altında dereden akan su, yedi oluktan dereye karışan sular. Yenen keçi kavurması, içilen rakı kadar muhabbet çok güzel gidiyordu.
Gazi’de okul yılları, sonra okulda öğrenciler. Onların okula alınmaları. Yetenekli öğrencilerin seçimi.
Ankara’da konservatuardan gelen öğrenciler. Ama taşradan ara sıra gelen yetenekli öğrenciler. İşte bunları konuşurken, söz sırası Berber Hızır’ın oğluna geldi. Liseyi bitirmiş, o yıl üniversiteye gidememişti. Zordu üniversite kazanmak, kazanınca da okumak. O lisede saz çalıyordu. Türkü söylüyordu. Zaman oluyor, tiyatro oyuncusu oluyordu. Ama taşrada olmak, onun yeteneğinin dağların başında eriyip gitmesine neden oluyordu.
‒Muzaffer, bakın bizler oralara gittik, eğitim gördük, şimdi okulumuzda orkestralar kuruyoruz. Derlediğimiz oyunlar, oynanıyor. Dünya çapında gösterilere sahne oluyor. Ama inanın çok cevherler var. Elinden tutan olmazsa kayboluyorlar. İşte köyünde davulu ile düğün çalan babanın oğlu buralarda kayıp olup gidiyor. Sizlere büyük iş düşüyor. Her yıl bir iki öğrenciye kol kanat germek lazım.
‒Özcan, sizler zaman zaman öğrenci gönderiyorsunuz. Bakıyoruz. İşlenecek öğrenci varsa, alıp onları işliyoruz. İçinde yetenek, ruh varsa, onlar bir iki adım önde oluyorlar. Bizleri geçen çok öğrencilerimiz var.
Gün batarken, Gökbelen kaşından bir ses geldi. Klarnet ile bir kerem türküsü geliyordu. Çınar altında Çorumlu Goca, bir uzun hava tutturdu. Herkes kulak kabartmıştı. Aşağıdan bir otobüs geldi, korna çalarak geçti. Bağ arasında gölgeler çoğalmıştı. Derken güneş tepelerin ardında kayboldu. Derinceli Ali kemanı ile geldi. Onların masasına oturdu. Kemanı kılıfından çıkardı.
Bir geçki çaldı. Keman kara düzen akordu ile çalıyordu. Onlara değişik bir ton geldi.
‒İşte aradığımız ses, tını, Taşeli yöresinin kendine has özelliği. Batıdan, İç Anadolu’ya bir sentez gibi. Hem batı formatı var, hem İç Anadolu. Uzun Hava, Avşar Bozlağı, Zeybek.
‒Evet yörede zengin bir yapı var. Onları derledikçe bu zenginliği gördüm. Sarı Aydın’da Musa Yıldız, Mara’da Topak Mustafa…
‒Bunları Gazi’de görmek lazım.
‒O dar batı formatını kırıp, bu yöre müzik kalıplarını taşımak diyebilir miyiz?
Bir suskunluk oldu. Kendilerini keman yayının çıkardığı seslere bıraktılar. Bir kuş sürüsü geldi, çınar ağaçlarının üstüne kondu. Keman sesine onlar da eşlik ediyordu. Muzaffer Sayar kendini bu renk cümbüşünün içinde buldu. Keman ağırdan ağırdan kırık havalardan zeybeğe geçince, onlarda ayağa kalktılar. Kuşlar sustu. Onlarda kendilerini ortamın güzelliğine bıraktılar.
‒Muzaffer, dostum bak şu güzelliğe, bu yıl bir şey yapalım. Bizim Hızır’ın oğlu Nevzat sınava girsin. Ona el verelim, destek olalım. Şu köyde de bir sanatçı çıksın. Yarın Gazi’nin yolunu değiştirsin. Zenginlik katsın.
‒Neden olmasın. Ben her zaman açığım.
Çarşı içinde kepenkler kapanmaya başlamıştı. Artık meydandaki manavlar çoktan tereklerini kapatmışlar, evlerinin yolunu tutmuştu. Kahvelerden birer, ikişer kahveli pınardan su dolduran evine doğru gidiyordu.
Akşam olup, ışıklar yanmaya başlarken, onlarda köşkten aşağı indiler, arabalarına binip giderken;
‒Berber, senin oğlan bu sene sınavlara girsin.
‒Sizlere güveniyoruz. Buralardan sizlerin yanında çocuklarımız olması bize gurur verir. Üç telli sazımız, sizlerin emeği ile çok telli olur.
Berber Hızır, onlar arabaları ile giderken, bir maşrapa suyu arkalarından döktü. Koduş Kazım da yerlere kadar eğilerek uğurladı.
Berber Hızır hesap ödenek istediğinde;
‒Onlar bizim de dostlarımız, bu gün benim konuğum olsunlar.
‒Sağ olasın Kazım, içime bir umut doğdu. Oğlum da adam olacak.
Güz gelmişti, Nevzat annesinin biriktirdiği harçlıkla Ankara yolunu tuttu. Arkadaşı Mustafa Uslu ile birlikte Tezcanlar otobüsü ile Ankara’ya gidip sınavlara girdiler.
Ankara, İstanbul’dan cicili bicili gençler sınava giriyorlardı. Çoğu arkadaş grubu ile gelmişler, içli dışlı sohbet ediyorlardı. Bunlar onlara bakakaldılar. Sınavlara ümitsizce girdiler.
Bahçede beklerken bir hareket oldu.
‒Nevzat Üçyıldız.
Tekrar sınava çağrılmıştı. Bir anlam veremediler. Sınava tekrar girdi. Sordukları sorunun birisi
‒Özcan Seyhan’ı tanıyor musun?
‒Müzik öğretmenimiz olur.
‒Güzel buradan mezun olmuş. Lisede çok şeyler yapıyor. Yaylı sazlar orkestrası bile kurmuş.
Sınav bitince heyecanla dışarı çıktı. Otobüse bindi ve Gökbelen’e geldi. Anası, babası onu merakla bekliyorlardı.
‒Ne yaptın oğul?
‒Sınava girdim, çıktım. Ama hiç umudum yok. Çoğu Ankara, İstanbul’dan konservatuarlardan gelmişler. Bize sıra zor gelir.
Nevzat, Ayhan Uçar’ın davar ağılına gitti. Orada onlara yardım ediyordu. Ağıla bir jandarma yaklaşıyordu. Ayhan Uçar korktu, kızdı.
‒Yine benim oğlanlar bir yaramazlık yaptı galiba?
Karakol Komutanı bir asker ile gelmişti.
‒Nevzat Üçyıldız’ı arıyoruz.
‒Benim.
‒İki gündür seni arıyoruz. Ankara’dan telefon geldi. Sınav kazanmışsın. Duyunca gurur duydum. Köyümden bir çocuk Gazi Müzik Bölümü sınavını kazanmış. Banada haber vermek düşer.
Nevzat sevindi, hem de çok sevindi. Ayhan Uçar da iki kez sevinmişti. Bir çocukları bir yaramazlık yapmamıştı, ikincisi ise çok sevdiği Nevzatları sınav kazanmıştı.
Nevzat’ın cebine harçlık koydu.
‒Haydi Yiğidim git Ankara’ya, orası bir Gökbelen’li görsün.
Nevzat akşamdan annesi, babası, kardeşleri ile helalleşti, sabahleyin Ali İhsan Yıldız’ın otobüsü ile Silifke’ye gitti. Ali İhsan Yıldız ondan otobüs parası almadı. Onu severek garaja bıraktı. O da keman çalıp, türküler söylüyordu.
Onu seçici öğretmen Viyola bölümüne aldı. Oysa o yanında Keklikçi Halit’in eski kemanını 20 liraya almıştı. Güç bele bir viyola aldı. Elit çocuklar ile birlikte okula başladı. Birkaç yıl önce okula gelen Refik Saydam sahip çıktı.
Birkaç yıl geçmişti. Sınava giren Öğretim görevlisi ..… ile sohbet ederken,
‒Sen sınavı kaybetmiştin. Komisyon üyeleri oradan buradan gelen belirli kişileri gözlerine kestirip, onları alıyorlardı. Ama Muzaffer Hoca baktı kazananlar listesinde sen yoksun.
‒Ben o çocuğu size yedirmem. Sınav yeniden yapılacak. Burada bulunan öğrenciler çok iyi olabilir. Ama Anadolu’dan, kırsal kesimden de öğrenci gerek. Bize çok iyi öğrenci yerine, işlenecek yetenekli öğrenci lazım. Ben o çocukta cevheri gördüm.
‒Hocam nasıl olur, o bir taşra çocuğu. Kemanı bile tutmasını bilmez.
‒Ama o Anadolu’dan gelen bir halk çocuğu. Babası, dedesi saz çalıyor, ağıtlar söylüyor. Zeybekler oynuyor… İşte bu yüzden bu çocuk sınavı kazanmalı. Yoksa sınavı iptal ettiririm.
‒İşte bu yüzden sen tekrar sınava sokuldun.
O günden sonra daha çok derslere sıkı sarıldı. Yurttan gürültü yapıyor diye çıkarıldı. Evlerde arkadaşları ile aç kalsa da, okulu dört yılda bitirdi. Viyolaya bir türlü ısınamamıştı. Mezun olduğu gün onu sattı.
Lise yıllarında saz, sözün yanında tiyatroyu seviyordu. Dil tarih Coğrafya Fakültesinde “tiyatro müziği” konusunda Prof. Dr. Nurhan Karadağ’ın yanında tezini sundu. Yıllarca onlarla birlikte oyunlar oynadı. Müziklerini yaptı. Sonra Anadolu’dan gelip, elitlerin içinde yerini aldı.
Gün geldi, TRT’de yapım elamanı oldu. Yapımcı, Yönetmen. TRT en iyi yönetmeni oldu. Hep dışladılar, ama o başardı. Gün geldi, TRT’den arkadaşı ile evlendi. Çocuklarını en iyi okullarda okuttu. Artık onun çocukları elit öğrenci. Ona hep sordular:
‒Nereden geldin.
‒ANADOLU’dan geldim.