O, Silifke’de doğdu. Babası ortaokulu bitirdiğini ondan öğrendi.
“Baba ben okumak istiyorum.”
“Ortaokul bitti mi?”
“Bitti baba.”
“üşünmem lazım.” Birkaç gün sonra çözüm bulundu. Ankara’da bulunan kardeşi onu okutmayı kabul etti. Ankara’da Atatürk Lisesinde okudu. Okul biterken öğretmeni sordu:
“Ne olmak istiyorsun?”
“Mühendis.”
“Neden?”
“Eh Silifke’nin en güzel kızını almam lazım.”
“Boş ver mühendisliği, sen bilim adamı ol, dünyanın en güzelini alırsın.”
Öyle yaptı. Amerikalara gitti, okudu. Bilim adamı oldu. Dünya çapında bilim adamı oldu. 20’nin üstünde kitabı, 40’ın üstünde uluslar arası bilim dünyasının kabul gördüğü makalesi. Ve bir şey oldu. Dünyanın en güzel kızı ile evlendi. Ama o da Silifke’li çıktı.
Biz onu 2000 yıllar öncesi Türkiye Temsilcisi Ali Dinler’in Mersin’de düzenlediği bir Amway toplantısı için gittiğim Nobel otelinde bir söyleşisinde tanıdım. O söyleşiden bana kalan ve her zaman bir öğrenci görünce anlattığım bir yaşam öyküsü oldu.
“Ne olmak istiyorsun?”
“Bilmem ya da avukat, doktor” diyor. o zaman bir şey yapması lazım. Hedef koyduğu meslek grubunu simgeleyen bir nesneyi sabah lavabonun yanına asıyor. Her sabah kalkınca onu görüyor. Hayal kuruyor, yüzünü yıkıyor. O kurduğu hedefe ulaşmak için çalışıyor çalışıyor. Ama hedefi yoksa; “Okula gitmesem de olur” ya da “Bugün kimya dersine çalışmasam da olur” deyip avarelik ediyor. İşte çocuk eğitimi, çocuklarımızın mutlaka bir hedefi olmalı. Ama bu ailenin zorlaması değil, çocuğun içinden gelerek yaptığı bir seçim olmalı. O tarihten sonra yüzlerce gence bu örneği anlattım. Onlar hedef koyup çalışmaya başladılar.
Onun kitaplarını okudum. Basından takip ettim. Yıllar geçti. Bir gün baktık, 20 Nisan 2015 günü Silifke’de bir söyleşide. Mersin Üniversitesi Silifke Yüksek Okulundan Ufuk Bakır, Doğan Cüceloğlu’nun Danışmanı Polat Doğru’ya ulaşıyor, iki yıllık bir uğraşı sonucu, Silifke’de bir söyleşi yapmaya ikna ediyor. Biz onunla tekrar öyle buluştuk. Yine çocukların eğitimi, ailelerin onlara bakış açılarını anlattı.
Ama bir şey vardı ki; “Çocuklara diş fırçalamayı öğretin” dedi. Oysa biz diş fırçalamayı çocuklarımızdan öğrenmiştik. Onu söyleyince, gülümsedi: “Evet not alıyorum, bundan sonra bunları da anlatacağım.”
Geçtiğimiz yaz Gökbelen Gönüllüleri olarak dostumuz Sami Cüceloğlu aracılığı ile ona ulaştık. Gökbelen yaylasında çınar altında sohbet etmeye çağırdık. O tarihlerde Amerika’da olduğundan buluşma olamadı.
“Ama, bir yaz mutlaka sizlerle birlikte olacağım” dedi.
Olmadı hemşerim, mahalle çocuğum, çocukluğumuz Say Mahallesi, Mukaddem Mahallesinde, Yeni Dam önünde geçmişti. O dönem Say Mahallesi, Mukaddem, Pazar karşı mahallesi çocuklarının ortak oyun alanı, buluşma alanı ora idi. Adı Yeni Dam’dı, ama bina uzun süre yapılmayı bekledi. En sonunda içine Adı güzeller girdi. Şimdilerde o evin yerinde apartman daireleri dizelendi.
Sosyal medyada onun arkadaşı idim. 13 Şubat günü saat 11.03’te paylaştığı resmin altında şöyle diyordu.
“Yürüyordum, gördüm, kaldırımın üstüne çöp konteynırının yanına atılmış bir ‘odun’; geçtim gittim. Sonra içim sızladı. Onun görünüşte kendine özgü koca bir tarih olduğunu düşündüm, bir tarih yatıyordu aslında. Geri döndüm; özür dileyen bir tutum içinde yeniden baktım ve resmini çektim. İmkanım olsa sandalyeme oturup bu kütük parçasına saatlerce bakabilirim. Hayatı kolay olmamış. Baya savaşlar verilmiş. Kendine çapında bir kahraman… İşte böyle duygular içinde resmini çektim ve sizlerle paylaşmak istedim. Selamlar.”
Bütün dünya , ülkemiz ve Silifke’miz onu saygı ile anacağız. Devri daim olsun. Başta ailesi ve dostlarının acılarını paylaşıyoruz. Dileriz onu Silifke de yaşatacak bir kütüphane, kültür merkezi ya da oturduğu evin müze yapılarak adının verilmesine katkı sunulur. Silifke halkı olarak sanırım böyle bir görevimiz olmalı.
Sizleri, O’nun Silifke’de geçen anıları ile baş başa bırakmak istiyorum;
“On bir çocuklu bir ailenin on birinci çocuğuyum. Doğduğum ev, Silifke’nin en eski mahallesi olan, Mukaddem Mahallesi’nde Becilli Sokak üstünde, mahallemizin adına yakışır, eski bir taş evdi. Etrafı yer yer yıkık kalın bir duvarla çevrili olan bahçemizde bir kuyu vardı ve diğer evlerden farklı olarak bu kuyuya babam daha sonra tulumba koydurmuştu. Bahçemizde hangi ağacı kimin diktiğini hatırlamıyorum; kuyu başında, taştan oyma banyolardaki küvet büyüklüğünde, bir ‘yalak,’ onun biraz ilerisinde bir nar ağacı vardı. Şimdi düşünüyorum da, o nar ağacı kimsenin dikkatini çekmeyen, kimsenin ilgilenmediği, öyle var olan, ama her nasılsa benim evle ilgili anılarımda vazgeçilmez bir yeri olan bir ağaçtı. Narını şimdi gözlerimle görüyorum gibi; ama sanırım ekşi olduğu için yemezdik, ağaç üstünde kalır, sonra yere düşer, nar çürür giderdi.
Hurma ağacımız vardı; babam her yıl o hurma ağacını budardı, ama onun hurmasını yediğimizi de hiç hatırlamıyorum. Zeytin verip vermediğini hatırlamadığım bir yaşlı, ama çok yaşlı, bir de yeni ufak boy iki zeytin ağacımız vardı. Zeytin topladığımızı pek hatırlamıyorum.
Hatırladığım en önemli ağaç, bahçemizin bir ucundaki toprak damın hemen köşesindeki dut ağacıydı. O ağaç bol miktarda dut verirdi ve mevsiminde bol bol dut yediğimizi, komşulara dağıttığımızı, dallarına çıktığımı, dut toplamak için o dalların uçlarına uzandığımı hatırlıyorum. Patlıcan, domates, biber, nane, maydanoz, soğan, kabak mevsiminde bahçemizde yetişirdi. Önceleri ‘helke’ dediğimiz kovalarla kuyudan su çekerken, daha sonra tulumbayı kurunca yalağa doldurduğumuz su ile ‘avar’ dediğimiz bahçemizi sulamaya başladık.
Ağabeyimler kuyudan su çekerlerdi, ben helke ile kuyudan su çekmeyen nesildenim. Ben ortaokuldayken eve elektrik ve su bağlandı. Elektrik dıştan kurşun borular içinden geçen kablolarla evin tüm odalarına dağıtıldı ve her bir ampulün, döndürünce ‘çat çat’ diye ses çıkaran düğmeleri vardı. Su, kuyunun yanındaki yalağın yanına bir musluk konarak eve bağlandı. Orayı çeşme olarak kullanarak evin su ihtiyacını temin ediyorduk. ‘Ayak yolu’ dediğimiz helamız bahçenin en uzak köşesinde kazılmış bir çukur üzerine oturtulmuş bir uyduruk kulübeden ibaretti. İbrikle su taşırdık; taharetten sonra ıslak eli silmek için eski bez parçalarının asılı olduğu bir ip olduğunu hatırlıyorum. Dört, beş yaşlarında helada otururken kendi kendime hikayeler uydurur, anlatırdım. Bir keresinde İhsan ağabeyim, kapıda beklemiş beklemiş, bakmış hikayenin biteceği yok, çık artık, yoksa donuma yapacağım, diye beni uyardı. Rüyadan uyanır gibi, öykümden uyandığımı hatırlıyorum. Eşeğimiz vardı, adı nedense ‘Kalıp’tı. Kalıp’ı şimdi, sevgiyle, şefkatle ve bir tür eziklik duygusuyla anımsıyorum. Bir keresinde Kalıp’ı dövmüştüm; istediğim yere gitmiyordu, kendimi aciz hissediyordum, sanırım yedi ya da sekiz yaşlarındaydım, acizliğim beni öfkelendiriyordu. Hem dövdüm hem de bir süre onu susuz bıraktım, cezalandırmak için. Bu yüzden ne zaman bir yerde birinin hakkının yendiğini, eziyet edildiğini duysam, içim cız eder, isyan duyguları kabarır ve hemen aklıma Kalıp gelir.
Ve şimdi bu satırları yazarken gözümden yaşlar akıyor, onun hakkını helal etmesini istiyorum. Kalıp’la helalleşmek benim için ne kadar önemliymiş ancak şimdi farkına varıyorum! Şu an inansam ki, İstanbul’dan Bolu’ya yayan yürüsem Kalıp bana hakkını helal edecek; gözümü kırpmadan yola çıkarım. Hayvanlarla helalleşmek şimdiye kadar hiç aklıma gelmemişti, ama anlıyorum ki, benim insan olmamın bir gereği olmuş. Helalleşmenin bu kadar önemli olduğunu ancak bu yaşta anlayabiliyorum.”
Doğan Cüceloğlu.
Not: Bu yazımda katkı sunan Bodrum’da yaşayan 2 nolu Özcan Seyhan’a teşekkür ediyorum.