Kırtıl Dağının tepe yerine çıkınca, aşağılarda Akdeniz uzanır gider. Bir bakarsınız Kıbrıs’ın dağları karşınıza çıkar. Bolkar – Yüğlük Dağları, Mut’un Mağaras, Göktepe’ye el sallarsınız. Yellibel, derken Ermenek Dağları’nı görürsünüz. Gülnar, Anamur’un Abanoz dağları denize ulaşır.
Yıllardır burada bir yatır vardır. Dağa adını veren Kırtıl Dede, çevreye hakim bu dağda, orman işletmesi yıllardır yangın kulesi, iletişim merkezi yapar. Mayıs ayı gelende buranın bekçisi yerini alır, Ekim, Kasım ayında yağmurlar başlayınca gözetleme işi biter. Mevsimlik işçiler çalışır.
Gün olur orman işletmesi buraya bekçi dayandıramaz, gelen, gider. Gelenler bir gece kalmakta, güneş doğunca yatağını alıp kaçmaktadır.
“Kırtıl Dede sabaha kadar bağırıyor. Bizi çarpacak.”
Bir mayıs ayında bu işi Hızır Üçyıldız’a verirler. Tahtadan üç katlı bir kule yapılmıştır. Birinci kat kapalı, daha korunaklıdır. İkinci, üçüncü katlar açık, gözetleme yapacak şekilde hazırlanmıştır.
Gece olunca uğultu başlar. Poyraz esmektedir. Önce hafiften sesler gelir. Sonra gittikçe çoğalır. Sesin geldiği yere doğru gider. Telefon teli sallanmaktadır. Telin kule ile bağlandığı yerdeki fincan kırılmıştır. Teli eli tutar. Ses kesilir. Uğultu sona erer.
Sabah olunca Gökbelen Bölge Şefi Ali Önder’i arar.
“Şefim, ben Kırtıl Dede’yi ürküttüm.”
“Nasıl olur?”
“Bir fincan borcunuz var.” der.
“Ne diyorsun? Biz oraya adam dayandıramadık.”
“Bir fincan hazırlayın, onu getireceğim. Telefon telinin girdiği yere fincanı yerleştirdim mi, uğultu kesilecek.” der.
Bölge Şefi Ali Önder rahatlamıştır. Bölgenin en büyük yangın gözetleme kulesi artık sahibini bulmuştur.
“Yanına istediğin bir yoldaşı bul, bundan sonra kule senin” der.
Aşağı köyden eşi Döndü Usta gelmiştir. Kuleyi ona bırakır, Çaltı üzerinden Gökbelen’e gider. Şefliğe vardığında üç tane fincan bulunup, hazır edilmiştir.
Felteş Goca, Sadık Beyin bağını bellemektedir. Bağ arasında onun yanına gider.
“Dayı ben Kırtıl’da yangın kulesini bekleyeceğim. Milleti kaçıran uğultuyu buldum. Fincanları götürdüm mü, ses kesilecek. Yanıma yoldaş gelin mi?” der.
Felteş Goca, düşünür, kabul eder. Birlikte şefliğe giderler.
“Şefim ben yoldaş olarak Felteş Goca’yı buldum” der.
“Tamam, gözüm arkanızda kalmaz. Dağlar, ormanlar size emanet” der. Onlara birer dürbün verir.
O günden sonra nöbetleşe kule bekleme işi başlar. Birisi köye bahçesine, bağına bakmaya gidince, biri orada kalır. Yaz gelince Döndü Usta, Cennet Ebe de gelir.
“Alo yangın var. Erdemli Sandal Dağı eteklerinde yangın var.”
“Alo Yangın var. Gülnar Çavuşlar’da duman çıkmaya başladı.”
“Alo Yangın var. Mut Mağaras eteklerinde.”
Erdemli’de bir Yörük, bastığı peynirleri şehre götürmek üzere yol ayırımına getirir. Sabah araba ile şehre götürecektir. Sabah gittiğinde yerinde yeller estiğini görür. Bir falcıya gider. Falcı arılığını alır. Konuşmaya başlar.
“Şo karşı dağı gördün mü? Orada bir Nuskacı Hoca var. Ona gideceksin. O senin yitiklerini bulmaya yardımcı olacak” der.
Adam çıkar yola, Gülnar’a giden bir odun kamyonuna biner. Kırtıl tepesinin hizasında, Çaltı’da iner. Oflaya puflaya tepeye çıkar.
Onu Hızır karşılar.
“Hoş geldin. Ne bu telaş?” der.
“Bana bir muska yazacaksın. Yitiklerini bulacağım” der.
“Tamamda ben Hoca değilim, Hoca aşağı köye gitti” der.
“Yalan söyleme, o Hoca sensin.”
“Git adam başımdan, benim işim başımdan aşkın.” der. Dürbünü alır, çevreyi inceler. Telefonu eline alır.
“Alo Yangın var. Çaltı Bozkır’ın Malır’da dumanlar çıkmaya başladı.”
Adam bir köşeye çekilir. Yorulmuştur, uyuya kalır. İkindi olurken, Felteş Hoca gelir. Onun eline sarılır. Öper.
“Hocam beni kurtar. Başım dertte” der.
Felteş Goca önce güvenemez.
“Yanlış gelmişsin. Ben Hoca değilim, Hoca dışarda” der.
“Vallahi bilmem, hanginiz ise, ben ta Erdemli’nin Avgadı’dan geldim. Bana bir el uzatın” der.
Felteş Hoca :
“Hani senin kabağın” der.
“Kabakta ne olacak?”
“Kabak olmazsa olmaz. Kırk tane taşı, okuyup, üfleyeceğim, sonra ağzını mühürleyeceğim. Sen götürüp, yitiklerinin olduğu yere bırakacaksın. Sidikliği bağlanan hırsız malını yerine getirecek, koyacak.”
“Ben kabağı nereden bulacağım?”
“Aşağı köye ineceksin, orada su kabağı çok olur. Birini alıp, geleceksin.”
Yörük, aşağılara doğru hızlı adımlar ile koşarcasına gider. Gece geç vakitte gelir.
“Arılığını at bakalım” der. Yüz para arılık atılır.
“Adın?”
“Ahmet.”
“Ana’nın adı?”
“Havva.”
Felteş Hoca, bir kağıda isimleri yazar, bir hesap çıkar. Kitabının 183 sahifesini açar, orada gördüğü eski Türkçe bölümü yazar, yazdığı kağıdı, dürer, büker; kabağın içine koyar, ağzını iyice hamur ile kapatır. Okur, üfler. Kabağı Ahmet’e teslim eder. Kabağı kucağına alır, yorulmuştur. Oracıkta uyuyakalır. Yörük sabah gün doğmadan yola çıkar.
Aradan iki gün geçmiştir. Omuzunda bir oğlak derisine konmuş, yağ derisi ile çıkar gelir.
“Hocam, derilerim yerine konmuş. Sana bir deri sade yağ getirdim. Sağlıcakla yiyin” der.
“Olmaz, ben arılığımı aldım, daha fazlasını kabul edemem” der.
Hızır araya girer.
“Al şu yüz parayı deriyi bana sat” der.
Adam istemeye istemeye parayı alır. Bir de geri götürmesi vardır.
“Allah sizden razı olsun. Her gün Yüğlük Dağları eteklerinde gezerken size dua edeceğim.” Felteş Hoca ve Hızır’ın eline sarılır.
“Allaha emanet olun” der. Çaltı’ya doğru koşarak gider.
“Emmi o yağı almasan, evde yağ kalmamıştı. İki gündür yemekler yağsızdı. Senin domatesli pilavından bıkmıştık.”
Hemen bir hamur yoğururlar, bazlama yapıp, sıcak sıcak arasına sade yağı sürüp yerler. Bir öğün aradan çıkmıştır.
Bir gün Felteş Hoca, Alın alanı altında tarlasını sürmeye gitmiştir. Hızır yalnızdır. Dürbün ile etrafa bakınırken, birden denizin ortasında yangın görür. Telefonu çevirir.
“Alo yangın var. Mersin’i bağla.”
“Şefi bağlasam olmaz mı?”
“Yangın büyük, Mersin’i bağla.”
“Nere yanıyor?”
“Denizin ortasında büyük bir yangın var.”
Santral çaresiz Mersin Bölgeyi bağladı.
“İnce Burun açıklarında denizde büyük yangın var.”
“Sana ne denizdeki yangın.”
“Bana bakın, ben gördüğüm her yangını haber vermek zorundayım. Gözümü kapatayım mı?”
Orman Bölge, limanı aradı. Aradan çok geçmeden uçaklar kalktı, yangın üstünde dönmeye başladılar.
Telefonun ucunda askeri birlik komutanı vardı.
“Alo Kırtıl, yangın nasıl oldu?”
“Azalmaya başladı da, yangını kim çıkarmış?”
“Bir tanker ile yolcu vapuru çarpışmış, yanan denize dökülen petrol.”
Telefonlar çalışmaya başlıyor. Gülnar arıyor. Gülnar’da aşık Ahmet şiirler okumaya başlıyor.
“Dağlar, taşlar bitti,
Denizde yangın var,
Bundan gayrı işin zor,
Dört tarafta ünün var.”
Hızır ay başında Gök Belen’e gitti. Maaşını alırken, 75 lira yerine, 100 lira verdiler. 25 lira ikramiye gelmişti. Felteş Goca, ondan payımı isterim, demedi.
Necati kulede büyümeye başlamıştı. Yeni yeni konuşuyor. Anasını, babasını, Felteş Dede’yi merakla izliyordu. Onlar, bıkmadan usanmadan boyuna konuşuyorlardı.
“Alo yangın var.”
“Alo, şurada yangın var.”
Bir gün onların olmadığı zamanda, telefonu eline aldı, çevirdi.
“ALO AKAŞ VAR.”
Telefonun ucunda Bölge Şefi Ali Önder:
“Aralayın şu çocuğu, şimdi de o mu başladı?”
“Yangın nerede?”
“ALO AKAŞ VAR.”